Jacques Lacan’ın yapısalcı psikanaliz kuramına göre rüyada ayna görmek, bilinçdışının karmaşık dil yapısı ve sembolik düzlemi üzerinden anlam kazanır. Lacan, ayna evresi teorisiyle, bireyin kendini ilk kez bir bütün olarak deneyimlediği bu evrede, öznenin kimliğinin parçalı doğasını simgeler. Rüyada ayna görmek, öznenin kendilik algısıyla doğrudan ilişkilidir ve bu sembol, kişinin benliğiyle kurduğu mesafenin bilinçdışında nasıl yapılandığını gösterir. Aynanın yansıtıcı doğası, arzunun sürekli ertelendiği ve tam anlamıyla tatmin edilemediği Lacancı yaklaşımla uyumludur; çünkü özne, kendini aynada gördüğü imgeyle özdeşleştirirken aslında bu imgenin kendisi olmadığını, bir eksiklik ve yabancılık deneyimlediğini fark eder. Rüyada ayna görmek, kültürel açıdan da derin anlamlar taşır. Birçok toplumda ayna, hem gerçeklik hem de yanılsama arasında bir köprü olarak kabul edilir. Bu yönüyle ayna, öznenin bilinçdışı arzularının ve bastırılmış düşüncelerinin dışavurumunu simgeler. Lacan’ın dilin bilinçdışındaki yapısı yaklaşımıyla değerlendirildiğinde, rüya sırasında ayna sembolü, benliğin dağılmış ya da bölünmüş yanlarını, dilin dolaylılığıyla yeniden kurar. Rüyada ayna görmek, öznenin kendi iç dünyasında anlam arayışını ve kimliğiyle kurduğu çatışmalı ilişkiyi gözler önüne serer. Psikolojik düzeyde, rüyada ayna görmek, öznenin kendi içsel arzusunu ve bu arzunun tatminiyle arasındaki mesafeyi imler. Lacan’a göre arzu, hiçbir zaman tamamen ulaşılabilen bir şey değildir; özne, aynada gördüğü yansımada aslında ulaşmak istediği tamlık duygusunu arar, fakat bu tamlık hep bir eksiklikle maluldür. Bu nedenle, rüyada ayna görmek, kimlik, kendilik ve arzu üçgeninde bireyin içsel çatışmalarını ve dönüşüm süreçlerini simgeler. Ayna, burada bir yüzey olmanın ötesinde, öznenin bilinçdışı yapılarını ve parçalı benlik deneyimini anlamlandırmaya yardımcı olur. Rüyada ayna görmek, hem bireysel hem de toplumsal anlamda kimliğin ve gerçekliğin sorgulanmasına vesile olur; öznenin kendini tanıma ve anlamlandırma sürecine ışık tutar.